(Büyüklere Masallar)
Evvel zaman içinde, dağlık çorak toprakların vadilerinde yaşayan bir halk evde pazarda konuştuğu dilde okumak yazmak, çocukları uzaklara gittiğinde o dilde onlara mektup yazabilmek istermiş. Çocukları uzaklara okumaya çalışmaya gidermiş ama bunları yapabilmek için köylerinde şehirlerindeki Devlet Baba’nın kurduğu okullarda, Devlet Baba’nın yolladığı öğretmenlerin öğrettiği dili öğrenmeleri gerekirmiş. Çünkü bu dili bilmeyen, Baba’nın dilinde yazmayı bilmeyen ne devlet dairesinde derdini anlatabilirmiş, ne dilekçe yazabilirmiş, ne de ola ki mapushanedeki oğluyla iki çift laf edebilirmiş. Üstelik yasakmış da Devlet kapısında hatta kendi evinde de olsa Devletli yanında anasının ninesinin ninnilerinin dilini konuşmak, alimallah mapushaneye atıverirlermiş, ya da sopalarla neyin dövüverirlermiş. Çok eskidenmiş tabii bu, sonraları yasak falan kalmamış da gene de kızdırmamalı, devletlinin kafası atıverirmiş. Devlet kapısı bu, burada Baba’nın Dili’ni bilmeyen iyice biçare kalırmış. Gel gör ki Baba’nın Dili’ni bilmek yeter mi hiç, bir dilekçe öyle kolay mı yazılır? Devlet kapısına işi düşen, meramını anlattığı kapılının dediklerinin teferruatını anlasın diye yanına uzaklarda okumuşundan bir tanıdığını alır, ola ki mahkeme kapısında işi varsa Devlet Baba’nın yasalarının dilinden anlayan avukat bir hemşerisini ararmış. Hele doktor ocağına düşse, canının derdine mı yansın doktorun ne dediğini anlamadığına mı yansın, a kızım hemşir’anım, de bakayım neyim varmış?
Sıra dağların vadilerin ötesinde, Baba dilini neredeyse Ana dili gibi bilen insanlar yaşarmış. Kimisi nehir kenarına, deniz kıyısına kurulmuş şehirlerde, kimi dağların yeşil vadilerinde, verimli ovalarında yaşarmış. Onlar da çocuklarını okumaya çalışmaya uzaklara yollarmış da, o çocukların büyük şehre gitmek için evde konuştuklarından başka dil öğrenmeleri gerekmezmiş. Okulda öğretmenleri de öğretirmiş dilekçe yazmayı. Onlar da anlamazlarmış bazen mahkeme kapısının doktor ocağının dilini, anlamadıklarında sözlüğe bakar, bir başkasına sorar öğrenirlermiş. Bu çocukların bazıları okulda ecnebi dillerini öğrenir, ecnebi memleketlere okumaya çalışmaya gidermiş. Oralarda yıllarca yaşayıp çalıştıktan sonra memlekete geri döndüklerinde, siz nasıl diyorsunuz, dilleri bir tuhaf olurmuş, hep ecnebi kelimeler sokarlarmış iki lafın arasına. İşte yokmuş Ana Dili’nde o kelimeler, pek zayıfmış Ana Dil, ecnebiler ise çok yazar çok okurmuş, o yüzden çok ileriymiş onlar. Hem ecnebiler çok icat yapar, yaptıkları her icata isim uydururlarmış. O icatlar memlekete geldiğinde memlekettekiler de o ecnebi isimleri kullanırmış çoğun.
Daha da evvel zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, Devlet’in kurucusu Devlet Ata bu gidişe bir duruş vermek gerektiğine karar vermiş, Ana Dili’nin resmi doğuş yıllarında kurduğu Ana Dili’ni İyileştirme ve Geliştirme Cemiyeti’nde (kısaca, ADİGC) mesai yapan dil alimlerine ödev vermiş: Bütün ecnebi kelimeler def ola! Alimler oturmuş, kara kara düşünmüş, saçsız başlarını kaşımış, sonra hep beraber def edilecek ecnebi kelimelerin bir listesini yapmışlar. Alimler yanlarına çömezlerini de alarak memleketin dağına yaylasına dört bir yanına dağılıp kelime avına çıkmışlar. O uzaktaki çorak yerlerin Ana Dili’nin ise Baba Dili’yle hiç alakası olmadığı için oralara gitme gereği görmemişler. Alimlere göre Ana Dili’ni yaşatmanın tek yolu, dilin yaşadığı ücra yerlere gidip onu kanlı canlı olduğu yerde tespit edip muhafaza etmek imiş. Mesela alimlerin biri, çömezi de yanında not tutar halde, tarlada çift süren köylüyle sohbet etmiş gün boyu, köylüye soruyormuş ha bire, “bu yaptığına ne denir, bunun adı ne?” diye. Köylü de bu kadar basit şeyleri bilemeyen devletlinin nasıl olup da alim olduğuna akıl sır erdiremiyormuş ama devletlidur deyip sabırla yanıt veriyormuş, “ha bu eşşektur” diye. Bir başka alim, o da çömeziyle birlikte, avluda binbir nevi kışlık yiyecek hazırlayan kadınları izlemiş gün boyu, kadınlara soru sormuyormuş ama kadınlar da pek rahat konuşamıyormuş bu adamlar yanıbaşlarında kendilerini izlerken. Alimlerin bir kısmı da kendilerinden önce gelen alimlerin derledikleri sözlükleri, geçmişten kurtardıkları yazıları incelemeye, tasnif etmeye, bu eserlerdeki en Ana Dil kelimeleri listelemeye başlamışlar. Bu alimleri başlarını kaldırmadan çalıştığını gören, alimler bal yapıyor sanırmış. Ah keşke o zamanlar bilgiyi sayan bir araç icat etmiş olsaydı ecnebiler! Aylar sonra alimler kovanlarına dönüp topladıkları kelimeleri bir araya getirmeye başlamışlar. Alimler listedeki her ecnebi kelime için kimi zaman beş, kimi zaman on beş, kimi zaman da yetmiş beş en Ana Dil kelime bulunca, bu kelimeleri alt alta yazıp Devlet Baba’nın farklı kapılarına bunlardan istifade edilsin diye nüsha nüsha yollamışlar. Sade kapılara yollamakla da kalmamışlar, bir de yeni usül matbaalarda bastırıp gazetelere, cemiyetlere, efendim okullara yollamışlar. “Her bir kes en hakiki Ana Dili konuşmalı, Ana Dili yazmalı, ecnebi unsurlara müsaade etmemeli”, diye de not iliştirmişler. Gerçi bu Cemiyet, Devlet Kapısı sayılmazmış ama Devlet Ata tarafından kurulduğundan pek ehemmiyetli, pek kudretli, pek ala sayılırmış. En başta gazete ve mecmualar, Ana Dili’nin bu kadar hızla iyileşip gelişmesine yetişemediklerinden birer ikameci tutmuşlar. Bu ikameciler, yazarların yazdıkları yazıları baskıya gitmeden önce alır, okur, yazıdaki ecnebi kelimeleri işaretleyip, alimlerin hazırlamış olduğu listeden bu ecnebi kelimeleri en Ana Dil kelimelerle ikame ederlermiş. Başka bir deyişle, ecnebi bir alimin de dediği gibi dil varlığın evi olduğundan, bu hızla değişmekte olan dili bir an önce oturtmak gerekirmiş ki varlık kaçıp gitmesin. Yalnız burada bir sorun zuhur etmiş: alimlerin avları o kadar bereketli geçmiş ki ecnebi kelimelere birden çok en Ana Dil kelime önermişler, ikameciler de bunların arasından istediklerini seçermiş. O yüzden de, bir ikamecenin yaptığı iş bir başka ikamecinin yaptığı işe benzemez, bir gazetede ikame edilen, başka gazetede başka kelimeyle ikame edilirmiş. Bunu gören varlık da ne yana kaçacağını şaşırırmış.
Devlet Ata, Ana Dili’ni çok severmiş, istermiş ki herkes birbirini anlasın, herkes anlaşsın, istermiş ki Baba Dili’ni anlayan bir tek alimler olmasın, herkes dilekçe yazabilsin. Zaten onun için değil mi ki alifba’yı alfabe’ye dönüştürmüş, ecnebi memleketten ustalar getirip yeni usül matbaalar yaptırtmış. Zaten onun için değil mi ki Devlet Ata’ya aynı zamanda Muallim Ata derlermiş. Zaten değil mi ki, bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olunurmuş. Alimler arı gibi çalışıp ecnebi dil uzmanlarına da sunmuşlar yesyenileşmiş Ana Dili’ni ama yaptıkları işleri bir türlü hayata geçiremeyince, hele de ecnebi uzmanlar yapılan işlerden etkilenmeyince Devlet Ata çok bozulmuş bu işe. Gene iş başa düştü deyip en çok o çalışmış dersini, bulmuş en uzmanların eserlerini, en çok o hatmetmiş. “Bu alimler dili hiç anlamıyor, eğiyorlar başlarını görmüyorlar etraflarını” diye düşünürmüş. “Oysa dil Ana’dır, Ana Güneştir, o halde dil de Güneştir”. Böyle demiş Devlet Ata, kısaca. “Yeryüzündeki her şey Güneş sayesinde hayat bulduğuna göre, yeryüzündeki her kelime de Ana Dili’nden gelmiştir”, diye de eklemiş. Ana Dili’nin dil alimleri dışında kimse anlamamış Devlet Ata’yı, o yüzden bu alimler koyulmuşlar Devlet Ata’nın dediklerini anlatmaya. Evvel zaman oldu, hatırlayan pek kimse kalmadı ama biz anlatalım dilimiz döndüğünce. Meğer Ana Dili’nin çok uzun zaman önce yaşayan bir ninesi varmış, bu beyaz saçlı nine orta asyanın uçsuz bucaksız düzlüklerinde at koşturanların konuştuğu dil imiş. Bu at koşturucu ok atıcılar dört bir yana yayılınca, ak saçlı ninenin kızkardeşleri de dünyanın dört bir yanına yayılmış. Bu kızkardeşlerin büyük büyük ninesi de Güneş’in kızı imiş. Güneş’in kızının dilini konuşanlar Güneş’in işaretini taşırmış. Güneş’in işaretini görmek isteyen bugün isterse Ata’nın şehrine gidip işaretin saklandığı yani korunduğu haznede bu işareti görebilirmiş.
Gelelim Güneş’in kızının büyük büyük büyük torunun akıbetine. Şahsı bahtından güzel bu kız o kadar çabuk değişmiş, alimler, muallimler, tercümanlar, mütercimler, yazarlar ve ikameciler tarafından o kadar iyileştirilmiş ki pür-i pak olmuş. Öyle ki gece yattığıyla sabahki hali bir olmaz, sabah kalktığında aynadaki aksini tanıyamazmış. Esmer olsun sarışın olsun, bütün ecnebilerin kelimeleri def olunmuş. Bu sayede Ana Dili’ni konuşanların tümü yazdığını bilir, okuduğunu anlar olmuş. Öyle Devlet Kapısına veyahut doktor ocağına gittiklerinde yanlarına bir tanışlarını hemşerilerini almaları gerekmiyormuş artık. Yüksek tahsil yapmayan da Devlet Baba’nın yasalarını okuyup anlayabiliyor, kahvelerde sohbetlerde yorum yapıyorlarmış. Bir yasa değişecek olsa, memleketin tüm evlerinde kahvelerinde halk günlerce tartışır, sonra mebuslarına mektup yazar kendilerince en hayırlısını izah ederlermiş. Doktorları bir anlayan hemşire hanımlar beyler değilmiş, doktora giden hastalar doktorla sohbet eder, aldığı ilacın izahatını okur, yan etkileri ana etkileri neyse öğrenirmiş. Genç alim çömezlerinin de işi çok kolaylaşmış, tüm ecnebi alimleri Ana Dili’nde okur, meraklarını en alimlerin eserlerinden tatmin edermiş. Mesela çömez alimin biri, tıp ihtisası yapmamasına rağmen sinir hücreleri arasındaki iletişimin hafızaya etkisini mi merak etmiş, alimlerin Ana Dili’nde yazdıkları eserleri daha mürekkebi kurumadan ele geçirir etüd edermiş. Çömez alimler artık ecnebi kelimelerden korkmaz olmuş çünkü kendileri ecnebi dillerini su gibi okur yazar imiş. Yalnız çömez alimler değil, her yaştan her meslekten halk, Devlet Baba’nın kütüphanelerinde ister yeni ister dedelerden kalma olsun eserleri okur, ister taşların nitelikleri üstüne, ister kuş hastalıkları üstüne, ister evvel zaman feylezoflarının kelamları üstüne Ana Dili’nde eserleri bulur okurmuş.
Gelgelim Baba Dili’nin akıbetine. Güneş’in büyük büyük büyük torunu olan Ana Dili böyle billur su gibi berraklaşıp, pür-i pak olunca, Baba Dili de emekliye ayrılıp avlularında güneşin gölgelerle oynaştığı, ağaçların meltemlerle kıpraştığı köylerden birine yerleşmiş, hayatının geri kalanını bahçesinde domates yetiştirmekle geçirmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, biri Ana Dili’ne, biri ninnilerin diline, biri de bu masalı okuyana.